TARİHİN TOZLU RAFLARINDAN BİR BOSNA HİKAYESİ İNCİR KUŞLARI


 Tarihin tozlu sayfalarına baktığımızda tüm dünyanın Türklere hatta Müslüman Türklere olan önyargısını görürüz. Türkiye bu düşmanlığı ne kadar bertaraf edebiliyor olsa da Bosna-Hersek’te yaşayan Müslüman azınlık bir soykırımdan nasibini aldı. Gazeteci Yazar Sinan Akyüz’ün ‘İncir Kuşları’ adlı kitabının ‘Ramazan Bayramı’ başlıklı bölümünde de dediği gibi Bosnalı Müslümanlar 1992 yılı Ramazan Bayramı’nda Kanlı Baklava yedi. Bosna Savaşı’nı farklı bir bakış açısıyla İncir Kuşları kitabında okuyucuya sunan Sinan Akyüz ile online olarak yaptığımız röportajda merak edilen soruların cevaplarını aldık. Yazar Akyüz, “Avrupa’nın ortasındaki ülkeye okyanus ötesi Amerika müdahalede bulundu, Avrupa sadece kendisine insan hakları diyen bir topluluk” dedi.

İncir Kuşları kitabında yazar, Bosnalı bir genç kız olan Suada'nın gerçek yaşamından yola çıkarak okuru savaşın ve aşkın yakıcı gücüne tanıklığa davet ediyor. Bosna tüm bilinmeyenleriyle Sinan Akyüz kalemiyle yazıldı bu kitapta. Sinan Akyüz dünyanın seyirci kaldığı bir soykırımı Suada'nın öyküsüyle yeniden gündeme getiriyor. Yakın tarihi edebiyatla buluşturan yazar, aşkın içinde "savaşı ve şiddeti", savaşın içinde de "aşkı ve inancı" ustalıkla harmanlıyor. Bu romanla birlikte Bosna Savaşı'nın bilinmeyen bambaşka bir yüzü gün ışığına çıkıyor.

Gazeteci Yazar Sinan Akyüz daha çok içinde tarih barındıran gerçek olaylar üzerine kitaplar yazarak okuyucuları bilinçlendiriyor. ‘Meyra’ kitabı gibi ‘İncir Kuşlar’ kitabı da Bosna-Hersek’te yaşanan zulmü anlatan bir kitap. Kitabın ilk bölümlerinde bir aşk hikayesi okuyoruz. Bosna’da okuyan konservatuar öğrencisi Suada, Boşnak Tarık ve Bosna’nın geleceğini karartan Sırp General Borislav Milunoviç’in oğlu Vukadin’in yaşadığı bir aşk üçgeni. Bir kadın olarak istemediği bir aşka zorlanan Suada’nın başkaldırısı ve bunun üzerine yaşanan soykırım sonrası savrulan hayatlar.. Yazar Akyüz kendi kitaplarını yazarken yanında bir kutu mendil bulundurduğunu ve yazarken ağladığını belirterek, “Ben ağlamaktan yazamıyorum. Okuyucu bana İncir Kuşlarını okurken ağladığını söylüyor. Bu sizin sorununuz diyorum çünkü ben yazarken ağlamışım” dedi.

Boşnak kadınları, kadın olmak! Tek suçu dişi olarak dünyaya gelen bireyler, Nisan 1992’de Bosna’ya ilk bomba düştüğünde artık insan değil erkeklerin gözünde bir nimetti. Boşnak kadınları Sırp erkekler tarafından soylarının tükenmemesi için tecavüz edilip hamile bırakılıyordu. Ve bu zulme sevdiklerinin önünde, ailelerinin önünde boyun eğmek zorunda bırakılıyorlardı. Bu kitapta sadece Bosnalı Müslüman Türklere olan düşmanlık değil bir kadına verilen değer de var. Kurtuluş Savaşı’nda bu ülkenin kadınları da aynı şeyi yaşayacaktı, belki de yaşamıştı. Avrupa’nın, Müslümanlar katledilirken kılını dahi kıpırdatmaması, Boşnaklara konulan silah ambargosu, Birleşmiş Milletler’in Müslüman devletleri barındıran Hıristiyan bir topluluk olup olmadığı sorusu kitapla gün yüzüne çıkıyor. Bosna Savaş’ı sonrası ortaya çıkan tablo şuydu: Yüz binin üzerinde Müslüman Boşnak öldürüldü. Elli bin kadına ve genç kıza tecavüz edildi. Bin 600 kadar çocuk katledildi. Tabi susanlar da yok değildi... Yani bu sayılar kayıtlara geçenden çok daha fazlasıydı aslında.

Kitabın ‘Kuşatma’ başlıklı bölümünde Sırp Radikal Partisi’nin Lideri Voyislav Şeşely’in Bosna’daki Müslümanlara karşı önyargısını görüyoruz. Röportajında şunları söylüyor Şeşely; “Bosna’daki Müslümanlar şayet millet statüsünde direnecek olurlarsa, öyle bir durumda, onları Bosna topraklarından kovarız. Nereye? Anadolu’ya.”

Öyle ki Osmanlı döneminden beri paylaşılamayan Bosna-Hersek toprakları o dönem yeniden Sırplar ve Hırvatlar tarafından ele geçirilmek istenmiş. Şu an bile üç devlet tarafından yönetilen bu topraklarda iç çatışmalar olabiliyor.

Kitabın ana karakteri Suada 4 Aralık 1993 yılına kadar yaklaşık 8 ay Sırpların elinde esir kaldı. Çektiği zulmü, esir kampında kurduğu arkadaşlıkları, savaşın getirdiği korkuyu, küçük kız çocuklarına yapılanları yazar Sinan Akyüz’e anlattı. Bizler ne kadar savaşın iç yüzünü bilmesek de ilk ağızdan bütün olayları dinleyen ve kaleme döken Sinan Akyüz ile yaptığımız görüşme sonucu  merak ettiğimiz soruların cevaplarını aldık.

Yazar Akyüz’e yaşanan onca olay ve acı karşısında böyle trajik bir hikayeyi nasıl yazabildiğini, yazım serüvenini sorduk. Sinan Akyüz’ün cevabı ise şöyle;

“İnsan hissetmeden yazamıyor. Ben futbolu sevmeyen bir erkeğim fakat iki erkek evladım var ve futbola meraklılar. Bir gün bir arkadaşım futbol için Bosna-Hersek Türkiye maçı için Bosna’ya gidiyordu bana da gelir misin dedi. İyi dedim ben de gidip gezeyim. Ve Bosna’yı gezerken orada bir hanımla tanıştım. O hanım bana Suada’nın ve o 1992-95 yılları arasında yaşanan soykırımı anlattı ve Suada’nın hikayesini anlattı. Ben tabii o dönem hani böyle bir şey yazayım gibi bir şey aklımda yoktu. Ve Türkiye’ye döndükten sonra 4 yıl sonra, o hikayeyi hiç unutmamıştım. Neredeyse her gün onunla yatıp kalkıyordum. Kalktım bir gün Saraybosna’ya gittim. Yaşamam ve araştımam lazım demiştim ya, gittim o kadınlarla görüştüm ama gerçekte çok zor oldu. Orada gazeteciliğin avantajlarını kullandım. Çünkü o soğukta her gün o mağdur kadınların dernekleri vardı. Aşağı yukarı 20 tane ama 3 tanesi çok önemliydi. O soğukta, yağmurun altında ki Mayıs ayında orası çok soğuktur. Beni kovdular ben de her gün onların karşısında pencerenin önünde bekledim, bir haftaya yakın. En sonda kadın acıdı ve kadın “Memnune Hanım sizi bekliyor taksi sizi götürecek” dedi, o sırada da bir taksi geldi. Gittim, “Ne istiyorsunuz?” dedi. Size söylemiştim bir hafta önce dedim. Ve o kadınları bir araya getirdi. Ama araya perde çekildi. O kadınlar o perdenin arkasından bana anlatıyor ve ağlıyorlardı. Tabii ben de onlarla birlikte yaşıyordum. Hikayeyi böyle toparladım çok uzun sürdü, araştırmalar yaptım. Sonra Türkiye’ye gelip İncir Kuşları romanını yazdım ama tabii ki çok yürek parçalayan bir hikayeydi. Hatta bazı zaman soruyorlar bana gerçek mi diye. İnanın ben gerçeklerin çoğunu yazamadım. Mesela kız çocukları vardı, 9-12 yaşlarında ‘Karaman’ın Evi’ kitabı okuyanlar biliyordur. Orada tecavüze uğrayan kız çocukları, ben onları okur okuyabilsin diye yaşlarını büyüttüm. 18 ve üstü yaptım. Yani o kadar acımasız bir şeydi, savaşın hikayesi. İncir Kuşları böyle çıktı ve iyi ki de yazmışım bu hikayeyi. Çünkü orada bir dram yaşanmıştı, modern zamanda. Yirminci yüzyılda ve kimse bunu bilmiyordu. Çok yakın geçmiş zaman. İncir Kuşları çıktığında olayın üzerinden tam 20 yıl geçmişti. Boşnakların sesini buradaki kardeşlerine duyurdum ama bir de hayal kırıklığı yaşamıştım ben Bosna’ya gidene kadar Avrupa’nın bir medeniyet ülkesi, bir demokrasi ülkesi, bir insan hakları ülkesi olduğuna inancım tamdı. Fakat bu ülkeler maalesef insan hakları konusunda, demokrasi konusunda kendi isimlerini büyük harflerle ve bizim gibi ülkelerin isimlerini küçük harflerle yazdıkları için hep böyle uzaktan geri çekilip baktığınızda o büyük harfleri görüyorsunuz ama Avrupa o gün bugündür benim gözümde bitmiştir. Onlar ancak kendilerine insan hakları. Yoksa başında Müslüman olan ya da derisi siyah olan insanlara çok acımasızlar. Bosna Avrupa’nın göbeğinde Dayton anlaşması ile okyanuslar ötesi Amerika kalktı ve müdahalede bulundu. Şimdi ise ne olduğu belirsiz bir devlet yaratıldı. Üç Cumhurbaşkanı olan Bosna-Hersek Devleti var.”

1992-95 yıllarında gerçekleşen katliamda birçok kadın, çocuk esir alınıp tecavüze uğruyor. Bu sadece toprak kavgası değil aynı zamanda ırk kavgası haline geliyor. Sırplar o dönem esir alınan kadınları hamile bırakarak soylarını devam ettirme çabasına giriyorlar. Ve Dünya bu zulüm karşısında sessiz kalıyor. ‘İncir Kuşları’ başlıklı bölümde Suada şöyle söylüyor;

“Çektiğim bu acılara dünyanın seyirci kalması beni en çok şaşırtan şeydi. Bu asla normal bir durum değildi. Beni hayretler içinde bırakan diğer şey de birtakım zavallı insanların televizyon kanallarına çıkıp, “Bunlar neden başımıza geliyor?” diye sormalarıydı. Şapşallar savaşın gerçeklerini nasıl olur da hala görmezden gelebiliyorlardı?

Günlerimiz televizyondaki savaş haberlerini izlemekle geçiyor, sıranın bize gelmesinden endişeleniyorduk. Artık çoğu zaman ölülerimizi bile sayamıyorduk. Boşnak halkı olarak savaşta ölenlerimizin arkasından ağlayamıyorduk. Savaş buydu demek ki! Anormal olan şeyleri nasıl da normalmiş gibi görmeye başlamıştık. Her şey yolundaymış gibi olaylara mizahi bir gözle bakıyor, adeta başka bir direniş sergiliyorduk.” Annesinin ölümüne şahit olan, kendi kucağında ölümünü izleyen Suada o gün hayatının ikinci yarısının başladığını söylüyor.

Özgürlük İçin Hep Savaşmak Mı Gerekiyor? Özgürlüğü Elde Etmenin Başka Bir Yolu Yok Mudur? Sorusuna cevaben Akyüz, “Biraz da nerede yaşadığınıza bağlı. Bizim coğrafyada yaşıyorsak her şeyin bir bedeli var. Yani umudun bile bir bedeli var. Ama Avrupa’da yaşıyorsanız zaten bu sorunun karşılığı yok” diyor.

‘Karaman’ın Evi’ başlıklı bölümde sözü geçen ev aslında Müslüman bir Boşnak’ın eviydi. Savaş başladığında Müslüman aile bu evi bırakıp kaçmak zorunda kalmıştı. Sırplar bu evin adını Karaman’ın Genelevi diye değiştirmişlerdi. ‘Karaman’ın Evi’ başlıklı bölümde esir düşüp uğradıkları zulmü, bir grup Çetnik tarafından kaçırılıp ‘Aşırı’ Müslüman olmak ile suçlanışlarının cezasını nasıl çektiklerini, Türk ve de Müslüman olan insanları nasıl da acımadan kurşuna dizdiklerini, ve o gün orada, zamanında “Kalbimde iki kişiye yer yok” diyerek reddettiği genç adamın elinde nasıl esir olduğunu anlatıyor Suada;

“Sustum. Bu suskun boyun eğiş ve tasa altında bir çocuk gibiydim. Her şeyi istemeden de olsa kabullenmeye başlamıştım. Ben artık seçilmiş bir kurbandım. Ne yazık ki Vukadin’e karşı koyacak gücüm kalmamıştı.”

Bu ırk savaşında Sırplar yaptıkları zulmün çok normal olduğunu düşünüyor ve yaşamın bir parçası haline getiriyordu. Müslümanların en sonunda boyun eğeceklerinden emindiler. Öyle ki sahilde mayosuyla uzanıp güneşlenen bir kadının saat tam üçte bir roket ateşlemesi onlara göre çok normaldi. Bu ana şahit olan Suada şaşkınlıkla anlatıyor yaşadıklarını;

“Dehşete kapıldım. Kadın tetiğe bastı ve Saraybosna’nın rastgele bir yerine doğru roketi fırlattı. Birkaç saniye sonra şehrin bir yerinde patlama sesi duyuldu. Bulunduğumuz tepeden Saraybosna’ya baktım. Saraybosna adeta yerle bir olmuştu. Milli kütüphane cayır cayır yanıyordu.”

Sırplar Türkleri zehirli bir yılan olarak görüyor ve şöyle tabir ediyorlardı; Bir Türk zehrine dikkat et! Ne zaman sokacakları belli olmaz. Oysaki Boşnak Türklerinin istediği şey huzurdu, kendi ülkelerinde, topraklarında korkmadan yaşamaktı.

‘Ayşa’ başlıklı bölümde Boşnaklara işkence yapan Sırpların çok yakınları, komşuları, birlikte vakit geçirdikleri insanlar olduğundan bahsediyor Suada. “Aklım almıyordu. Nasıl da bir anda değişmişlerdi? Sırplar tarihi efsanelerden beslenerek, aslında çok uzun zamandan beri bize kin duymuşlardı. Bizden nefret edip, bu nefretlerini saklamasını da gayet iyi bilmişlerdi.  Osmanlı Türkleri tarafından I. Kosova Savaşı’nda bozguna uğratılan atalarının intikamını almak için kolları sıvamışlar, ölüm kusan topların namlusunu Müslüman Boşnaklara çevirmişlerdi.”

Aynı zamanda Rusya ve Yunanistan’ın da bu savaşta Sırplar tarafında yer alması Boşnak Türklerini daha dibe çekiyordu. Yunanistan ve Rusya’dan gelen petrol Sırpların bu savaşta nefes almasını sağlıyordu.  Öyle ki bu katliam sadece Boşnakları değil Türkiye’yi de derinden etkilemişti. Din, dil, ırk ayırt etmeden yardıma koşan Avrupa ülkeleri bu dönem boyunca sessiz kalmıştı.

ÖLÜM ARTIK KURTULUŞUN TEK ADRESİ

O dönemde Sırplar Saraybosna’ya gelen su ve elektriği tamamen kesmiş insanları köle gibi kullanır olmuştu. Sırp General Ratko Mladiç önderliğindeki Sırp ordusu, Sırplara ait olmayan her şeyi yok ediyor, Sırp olmayan herkesi öldürüyordu. Muhabirler yakılan evleri, yaşanılan zulmü ballandıra ballandıra anlatıyor, ekranlara sunuyordu. Bosna’da başa çıkılması güç sorunları Akyüz’e şöyle anlattı Suada;

“Ölüm Boşnaklara kurtuluş gibi gelmeye başladı. Ama Sırplar Boşnaklar için ölümü bile zorlaştırmıştı. Boşnak erkeklerini öldürmeden önce çeşitli işkencelere tabi tutuyorlar, gözlerinin önünde kadınlarına tecavüz ediyorlardı. Kimi zaman da bir tabancayı esir Boşnakların eline tutuşturup Rus ruleti oynatıyorlardı.”

1993 yılı Kasım ayının sonunda esir tutulduğu yerden bir takasla kurtulan Suada haftalarca psikolojik tedavi görmüş 4 Aralık 1993 günü hastane koridorunda sevdiği adamla tekrar karşılaşmıştı. O anları şöyle anlattı Suada;

“Tarık koridorun başında durmuş mavi gözleriyle öylece bana bakıyordu. Ortalık öyle sessizdi ki, sanki bu sessizlik kulağıma bir şeyler fısıldıyordu. O anda düşünceleri dilsiz iki insandık. Ama yüreklerimiz çığlık çığlığaydı.

Koşup boynuna sarıldım. Tekerlekli sandalyede oturan Tarık’a ıslak gözlerimle baktım. ‘Bugün tekrar kavuştuysak, biz artık birbirimiziniz.’”

Yaşanılanlardan on yıl sonra hayatında çok şey değişmiş bir Suada vardı artık. İsveç’ yerleşmiş ve mesleğini en güzel haliyle icra ediyordu. Ve bir oğlu vardı dokuz buçuk yaşında. Belki oğluna her baktığında yaşadığı acıyı hatırlıyordu..

KATLİAMIN ACISI DEVAM EDİYOR

Bosna-Hersek Hırvatistan Savaşı Amerika Birleşik Devletleri’nin müdahalesiyle hazırlanan Dayton Anlaşması ile sona erdi. 14 Aralık 1995 tarihinde anlaşma resmen imzalanmış anlaşmanın arkasından bu bölgelere NATO güçleri gönderilmişti. Bu antlaşma ile Bosna-Hersek kantonlara bölünmüş ve ülkenin yüzde 49'unu Sırp Cumhuriyeti (Republika Srpska) yüzde 51'ini Bosna-Hersek Federasyonu'nun (FBiH) kontrol etmesi öngörülmüştü. Günümüzde ülke içindeki devletler Müslüman Türklere daha ılıman yaklaşım sergilese de sadece o dönem orada yaşayan insanların değil devamında gelen neslin de büyük acısı Bosna Katliamı. Boşnak göçmeni bir ailenin İstanbul’da doğmuş olan kızı Sevilay İ. ailesinin 1962 yılında, dini baskılar dolayısıyla Türkiye’ye göç etmek zorunda bırakıldığını ve kendiyle birlikte 4 kardeşinin de İstanbul’da doğduğunu diğer 3 kardeşinin Bosna doğumlu olduğunu söyledi. Akrabalarının acılarını dinleyerek büyüyen göçmen kızı Sevilay, büyüklerinin acılarını şöyle anlattı;

“Bosna Savaşı sırasında yakın akrabalarımız Bosna’da yaşıyordu. Bütün mal varlıkları ellerinden alınarak göç eden akrabalarımızı evimizde misafir ediyorduk. Göçen akrabalarımız uzun süre Bosna’daki sığınaklarda kaldıklarını anlattılar. Anlatırken ağlıyor ya da uzaklara dalıyorlardı. Sokağa çıkan insanların keskin nişancılar tarafından vurulduklarını, ‘Yaşam Tüneli’ adını verdikleri yerin altındaki tünelden ülkeye erzak getirdiklerini, uzun süre yerin altında yaşadıklarını anlatıyorlardı. Onlar anlatırken sanki biz yaşıyorduk. Topraklarımızda yaşanan zulmü birinci ağızdan dinlemek bile bize acı veriyordu. İsterdik ki barış içinde yaşayalım, böyle bir soykırım yaşanmasın ama oldu. Temennimiz insanların geçmişi araştırıp, öğrenip geleceğin temellerini sağlamlaştırmaları.”

“HİKAYEYE SAHİP DEĞİLSENİZ YAZMAYIN”

Yazar Akyüz Bosna hikayesini yazarken, dinlediği hikayelerde anlatıcıların o anları tekrar tekrar yaşadığını, ağladıklarını, sürekli ara vermek istediklerini söyledi. Bazı okurların Suada ve Tarık’ın aşkını masalsı gördüklerini ve kurgu olup olmadığı sorusuna karşılık Akyüz,

“Çok az. Çünkü ana aksı bozmayacak ona hizmet edecek karakterlerin hikayesi bellidir. Tabi bunun yanında da onun hikayelerini güçlendirecek ya da o hikayeyi taşıyabilecek yan hikayeyi kurguluyorum ama ana hikayeyi asla bozmam” cevabını verdi.

Yazdığınız Birkaç Kitap Bosna Tarihi ile İlgili. Bunun Nedeni Ne? Bosna’ya Karşı Bir İlgi Mi?

“Hayır, ben yazdığım hikayeleri yaşamayı seviyorum. Bir hikaye yazıyorsam, orda yaşamayı da seviyorum. Hikayeye sahip değilseniz yazmayın. Boşnak kültürünü bilmeden duyguyu yazamam, okuyucuya veremem. Kültürünü yazmam lazım. Mesela Boşnaklarda bayramda el öpme kültürü yok. Ya da İstanbul’da bize sunulan Boşnak böreği aslında Boşnakların böreği değil. Onlar için börek kıymalı oluyor, diğer çeşitleri ise Pita’dır.  Bu tarz gerçek hikayeler genellikle benim önüme çıkar. Bir gün bir düğünde masada otururken yanımdaki arkadaş “Ya bizim bir ablamız var onun şöyle şöyle bir hikayesi var yazar mısın?” diye sordu. Kadınla konuştum ilk başta istemedi. Tabii burada gazeteciliğin verdiği o ısrar girdi devreye fakat en sonunda zorlamanın bir anlamı olmadığını fark ettim. Kartımı verdim kendisine ve o hanım aylar sonra benimle bir kahve içmeyi kabul etti. Dediğim gibi hikayeler benim önüme geliyor, özellikle arayıp bulmuyorum birçoğunu.

Konuları Neye Göre Belirlediniz? Karakterleri Yaratırken Nelere Dikkat Ettiniz?

O karakter, insan sıradan bir insan olmalı ve o sıradan insanın başına sıra dışı bir olay gelmeli. Ben buna dikkat ediyorum ve o soruyu soruyorum. ‘Yeryüzünde binlerce milyonlarca hikaye var. Ben bu hikayeyi neden yazıyorum ve okuyucu bunu neden okusun?’ Bakın bu çağda zaman çok önemli, çok değerli. İstanbul gibi büyük şehirlerde herkes koşturma halinde. Bizler artık döküleni toplayamıyoruz.

Ayrıca aklımızdan her geçen hikaye değildir. Her hikayeyi yazamazsınız, her hikayenin filmini çekemezsiniz.

 

 

 

Not: Boşnak Göçmeni kızı adının geçmesini istemediği için soyadını açık bir şekilde yazmadım.

Kaynak:

Sinan Akyüz röportajı hepsiburada yazar söyleşilerinden alındı.

 

 

 

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE DAĞLIK KARABAĞ VE AZERBAYCAN

PETROL BİR LANET